25 Aralık 2016 Pazar

M.İ.M(Mutlu İden Meseleler)

   Uzun upuzun bir süredir yoktum blog âleminde. Bu yokluğumu telafi etmek için bir sürü paylaşım yapacağım demek isterdim lakin sınav haftası diye bir meret var, imkân vermiyor. Aslında ben hem ders çalışır hem yazı yazarım, gerçekten!



Ama ne hikmetse fizik test kitabımdaki bütün sorular yanlış yahu! Hiç kontrol etmeden basıma vermiş olacaklar ki, hem cevap anahtarı, hem sorular, hepsi hatalı. Beni de uğraştırıyorlar işte…



   Neyse efenim, ben bir mimle döndüm o uzun aranın ardından. Beni ne mutlu eder?

   Şöyle ki… Beni mutlu eden her şeyi burada yazamam zaten. Ama epey şey olduğunu söyleyebilirim.



   Mesela ‘şu olsun çok mutlu olacağım’ gibi şeyler düşünmem genelde. Yani mutlu olmam için illa ki istediğim şeyin olmasını beklemem. Çok garip şeyler de ağzımı kulaklarıma vardırabilir.



   Otobüsteyken, yolda yürürken, otururken, bir şeyler yerken, ders dinlerken, hatta bazen biri beni azarlarken mesela, aniden sırıtmaya başlayabilirim. Çünkü aklıma güzel bir şey gelmiştir. Bir kitap veya filmden sevimli bir sahne, sevdiğim bir kişinin bana sarf ettiği güzel sözler falan. Ya da karşımdaki bir şeyle daha önce olan şey arasında çok çok saçma bir bağlantı kurar ve ona gülerim. Sonuç olarak gülerim yani.



   Güzel bir şeyler yemek, ya da direk bir şeyler yemek de beni epey mutlu eder.



   Gelecek hakkındaki güzel hayallerimin bir anda aklıma gelmesiyle de mutlu olurum. İsterse ertesi günün tatil olacak olması gibi makul, isterse uçan balonla Grönland’a gitmek gibi uçuk olsun, hiç fark etmez.



   Dünyadaki mutlu şeyler, aldığım güzel haberler, bir anda aklıma gelen güzel bir fikir, kulağıma çalınan bir müzik…

   Duyduğum, gördüğüm, yaptığım, öğrendiğim, gerçekleşen güzel bir şey yahut gerçekleşmeyen kötü şeyler…

   Ve daha aklıma gelmeyen milyonlarca şey... Deliye her gün bayrammış ya, o hesap benimki.



   Burada böyle anlatıyorum diye sanmayın ki her dem bahtiyarım. Sadece hayatı kendime zindan etmemeye çalışıyorum. Elbette kötü şeyler oldukça, acı haberler oldukça üzülüyorum, ağlıyorum, hatta bazen bunalıma da giriyorum. Ama arabesk dinleyip ‘bu hayat yalan’ demiyorum mesela. Mutsuzum diye uçan kuşa bakıp ‘sen de dertlisin be serçe’ diye dertlenmiyorum. Onun yerine hayatın sadece kahkahalardan ibaret olmadığını, gözyaşlarını da barındırdığını hatırlatıyorum kendime. Ağlarken gülebilmek de benim elimde.




   Öyle işte, selametle…
Share:

4 Aralık 2016 Pazar

İki Gökyüzü

   



Bir zamanlar kocaman ve mavi bir gezegen varmış sonsuz sayılan uzayda. Bilinenin aksine, iki tane göğü varmış bu gezegenin. Birinci göğün altında yaşayanlar, ikinci göğü bir camın ardından görürmüş. İkinci göğün altında yaşayanlarınsa birinci gökten haberi yokmuş ve kendi göklerini bile göremezlermiş çoğu zaman.



   Birinci gök masmaviymiş, cıvıltılı kuşları varmış. Güneş parlaklığıyla yıkarmış bu göğü ve sımsıcak kucaklarmış daima. Gece karanlığında üzerine serptiği pasparlak boncukları varmış sonra, yıldız derlermiş onlara. Bir de kocaman bir lambası varmış, asla asmayı unutmazmış her gün bir başka güzel gelen ve adı ay olan bu lambayı. Birinci göğün sakinleri mutlularmış, bilmeseler de. Ve doyumsuzlarmış, ellerinde olsa zamanı bile yönetmek isterlermiş belki de.






   İkinci gök kurşuni griymiş, bu göğün sakinlerinin feryatları yankılanırmış her bir zerresinde. Bombalar patlarmış bu semalarda, çocukların yüzleri, saçları ve hayalleri kavrulurmuş yakıcı sıcaklıkla. Geceleri bırakın yıldızları, karanlığı bile çok görürlermiş buranın insanlarına. Ürkek bir düşün ortasına ateşlenirmiş silahlar. Bu göğün sakinleri her gün daha da derinleşen bir enkaz yığınına gömülür ve gözyaşlarıyla yıkarlarmış yüzlerini, kan izleri geçmezmiş ama.



   Birinci göğün insanlarından bazılarının kapkara kalpleri varmış, her gün bir kat daha siyaha boyarlarmış ikinci göğü. Bazılarıysa çok ama çok unutkanlarmış. İzlerlermiş ikinci göğü, ama bir camın ardına düşermiş bombalar, tesir etmezmiş kalplerine. Ve yüzlerini başka bir yöne çevirdiklerinde, silinip gidermiş akıllarından, gördükleri. Çünkü onlar gerçek hüznü bilmezmiş.



   Kocaman uzayda yankılanır, yankılanır ve yüzbinlerce yankı olarak geri döner, tekrar tekrar ve tekrar yaşanırmış bu dünyada olanlar.




   Biri bir düğmeye basar ve ateşe verirmiş binlercesinin hayalini. Biri bakar, ama görmezmiş olanları. Ve binlercesinin yüreği tutuşurmuş bir anda. Sonra tekrar, tekrar ve tekrar yankılanırmış tüm bu olanlar. Onlarca, yüzlerce, binlerce, milyonlarca kez ölürmüş babalar, anneler, çocuklar ve hayaller…


Share:

26 Kasım 2016 Cumartesi

Rötarlı Bir Yazı: Tüyap

   Geçen hafta Pazar günü, yani son gününde gittim Tüyap’a. Ama bu yazıyı yazmak yeni nasip oldu…

   Tüyap deyince akla ne gelir? Milyonlarca kitap, bir de milyonlarca insan. Son günü deyince? Milyonlarca kitap, bir de mahşer kalabalığı… Bazen yaklaşık bir saliselik bir süre için önümdeki insan seline bakıyor, kendimi dalışa hazırlanan bir dalgıç gibi hissediyor ve nefesimi tutup aralarına dalıyordum. Tabii yanımda babam olmasa idi ben akıntıyla sürüklenirdim, o elimden tutup çekiyor beni. Bu insan seline dalmak için oksijen tüpü olmadığını söylemiş miydim? Neyse ki bir fasulyeyim ve fotosentez yapabiliyorum!



   Peki ya neler aldım? Altı tanecik kitap… Mesela internetten falan sipariş veriyor olsam, o kadar da az gelmez altı kitap lakin koskoca Tüyap’tan bahsediyoruz… Bu arada reklam arası verebilir miyiz? Bir maruzatım olacak da; Tüyap özel isim kabul edilip büyük harfle yazılıyordur değil mi? Öyle değilse de mazur görünüz. Neyse, ne diyordum? Altı tanecik kitap alabildim. Zira öğrenci milleti fukaralığı ile meşhur değil midir zaten? Sırf daha çok kitap alabilmek tüm cüzdanımı boşalttığımdan bu hafta boyunca 1.75 TL civarı bir para ile idare ettim ama pişman değilim.

   Aslında önceki paragrafta hangi kitapları aldığımdan bahsedecektim lakin başka konuya geçmişim. Genelde insanlar sohbet ederken ‘laf lafı açar’ der ama ben monologlarda bile konuyu dallandırıp budaklandırabiliyormuşum demek ki.

   Velhasılıkelam, gelelim kitaplarıma.



   Klasiklere başlarken ilk olarak Dostoyevski’nin Budala kitabını almam, tabii ki ‘budala’ kelimesini çok sevişimden kaynaklanmıyor. Olur mu öyle şey yahu?

   Bir diğer kitap; Tolstoy’dan Hacı Murat.
Bu öykünün bir kısmını bizzat yaşadım, bir kısmını olup bitenleri kendi gözleriyle görenlerden dinledim. Bir kısmını da hayalimde canlandırdım. İşte, boş kalan yerleri hayalimde tamamladığım öykü budur.
diyor arka kapakta. İnşallah en kısa sürede bitirip yorumunu da yazarım.

   Sıradaki; Stefan Zweig’den Satranç. 
İnsan bekler, bekler, bekler, şakakları zonklayana dek düşünür, düşünür, düşünür.
Geçen seneden beri almak istediğim bir kitap, ama almaya çalıştığımda stoklarda bitmişti, Tüyap’a nasipmiş.

   İnsanın Anlam Arayışı, Viktor E. Frankl. Yanlış hatırlamıyorsam ilk aldığım kitap buydu, kitabı elime aldım, inceledim. Sonra babam da biraz inceleyip bana kitabı kimin önerdiğini sordu, İngilizce hocam önermişti. Ve kitabın psikoloji bölümünde durduğunu gördükten sonra kardeşimin tepkisi: “Hocan senin psikolojinin bozuk olduğunu biliyor, ondan önermiştir.” Bunu sizin yorumlarınıza bırakıyorum…

   Önceki kitapta bahsettiğim kitabı aldıktan sonra, hemen yakınındaki bir stanttaydı bu da. Bizde olan ama daha önce okumadığım Başımıza Gelenler adlı kitabın yanında duruyordu. Babam “al bunu, güzel kitap” dedi. Hüseyin Râci Efendi’nin yazmış olduğu Zağra Müftüsünün Hatıraları, Târihçe-i Vak’a-i Zağra.

   Ve son olarak, Küçük Prens! Ama İngilizcesi. Bunu görünce içim alma isteğiyle doldu taştı, cüzdanımda kalan son bozuklukları da buna yatırdım.



   Bir Tüyab yazısının sonuna gelmiş bulunmaktayım, İnşallah şu an okumakta olduğum kitaptan(Dokuzuncu Hariciye Koğuşu) ve dergiden(Ah Endülüs) sonra bunları da okuyup yeni yeni yazılarda yorumlamaya çalışırım.



O zaman, selametle kalın…
Share:

15 Kasım 2016 Salı

Hala Yaşıyorum!

   


   Uzuun bir zamandır yoktum. Ama bir sorun, neden yoktum? Adına sınav haftası, sınav maratonu denilen, çoğu kişinin ölüm kalım savaşı verdiği bir zaman diliminin tam ortasındaydım çünkü.
 
   Bu hafta ya da haftalar çoğu insan için bol stres, gözyaşı, ‘asla yapamayacağım, bu sene kalıyorum’ feryatları içinde geçer.

   Benim içinse o kadar kötü değil. Çünkü çoğunlukla stres yapmayan biriyim! Gerçekten, kahve ile yaşar, son günlerde çalışır, ‘olduğu kadar olmadığı kader, yapacak bir şey yok, ileriki maçlara bakalım, sınıfta kalmadığım sürede sorun yok’ felsefesiyle hayatımı sürdürürüm.

   Tek dezavantaj bu haftanın özellikle sonlarına doğru kafamın hallaç pamuğu kıvamına gelmesi galiba… Mesela sonunda, Allah’a şükür ki sınavların sonlandığı bugün, kitap okurken bir anda ‘galibiyet’ kelimesinin anlamını unuttum.

   Genelde okulda ve dönüş yolunda şalımın kenarına taktığım bir mandal vardır, zira çok tatlı olduğunu düşünmekteyim. Neyse efenim, işte bugün bahçede bir hoca onu işaret edip “O mandal ne orada?” diye sorunca ona “mandal” cevabını verdim. Bence mantıklıydı ama arkadaşlarım saçmaladığımı düşünüyor.

   Sonra zaten normalde de insanların dediği şeyleri ilk duyuşta anlamakta zorluk çekerken, bugünlerde her şeyi yemekmiş gibi duyuyorum. Sanki izlediğim belgesel, konuşan hoca ve arkadaşlarım, herkes yemekten bahsediyor.

   Ha bir de ‘edebiyat’ yazısını ‘ejderiya’ diye okumak, bir yemeğin neli olduğunu soran kişiye “Çantamda” diye cevap vermek de sınav haftası etkilerinden yalnızca birkaçı.
   Sanmayın ki sınavlar bitti, ikinci sınavlara kadar kafam rahat. Asıl ölüm kalım meselesi şimdi başlıyor: performans ödevleri.

   Mesela 30 Kasım’a kadar Tarih dersi için okuduğum 500 küsür sayfalık Osmanlı Devleti Tarihi kitabından özet çıkarmalıyım, neyse ki okuyacak son iki padişahım kaldı. Bu meyanda(çok hoşuma gitti bu, ne anlama geldiğini bugün öğrendim de) kitabın o kadar uzun olması tamamen benim yüzümden. Hoca seçimi bize bırakmışken ve herkes gidip 200 küsür sayfalık Biz Osmanlıyız kitabını okurken benim neyime 500 küsür sayfalık kitap seçmek? Hazır okuyorken tam okuyayım çabası, ben pişman değilim.

   Aynı anda birkaç kitap okur musunuz? Ben şu an hem Endülüs, hem de Osmanlı devletleri tarihi okuyorum. Ve ikisi de tarih olduğu, ikisini de her gün okuduğum halde hiç birbirine karıştırmadım, garip geliyor başta ama ikisi de gerçekten birbirinden çok ama çok farklı imiş.

   Şimdi aynı anda iki tarihi kitap okuyorsam sanmayın ki siyasi bilgiye boğuyorum kendimi. Bazen ağlayacak dereceye geliyorum yahu! Kendimi fazla kaptırmadım ben, ama gerçekler acı…

   Bakın ne buldum: ‘There is no sense about nonsense.’ Çok hoşuma gitti.

   Bir de son zamanlarda yazıları tersten yazmaya takmış bulunmaktayım, aynayla bakınca okunabilecek türden. Şu an neredeyse düz yazdığımla aynı hızda ters yazabiliyorum. Kendime özgü bir dilmiş gibi oluyor. Böyle anlarda kendimi aşırı becerikli gibi hissediyorum. Sonra bir bakıyorum yapacak tonla şey var, ben hala hiçbirini yapmamışım, yumurta kapıya dayanmış. Ama elbette kendimi becerikli hissetmeye devam ediyorum. Her konuda her şeyi yapabilecek değilim ya canım.

   İspanyolca 10'a kadar sayabiliyorum, sayılar kulağa çok eğlenceli geliyor. Aslında direk İspanyolca kulağa çok eğlenceli geliyor… ‘Hija Mia’ diye bir şey var, şarkı mı ninni mi unuttum şu an. Onu dinlesenize vaktiniz olunca, benim çok hoşuma gidiyor.

   Ne kadar potpori kıvamında bir yazı… Lakin artık bu yazıyı sonlandırmalıyım.
   O halde selametle kalın…
Jane “Yarın hiç gelmez.” dedi. “Uyandığın zaman hep bugündür.” Sonra o da yatağına girdi.
Mary Poppins

Bi' Not: Aniden aklıma "Durdurun uçağı, iniyoruz" diyen Zeki Müren geldi. Bu da böyle bir ilavem olsun
Share:

28 Ekim 2016 Cuma

The M.I.M (Möö'leyen İnekler Meditasyonu)

   Deep tarafından 'bunu okuyup da yapmazsan vicdanın sızlasın' dediği bir mim yazısında mimlenmiş idim lakin 'favori', 'en bi' sevdiğin', 'en sinir olduğun' türünden, bilumum belli şeyler içinden bir tanesini seçme eylemlerindeki muvaffakiyetsizliğimden mütevellit (bkz.muvaffakiyetsizleştiricileştiriveremeyebileceklerimizdenmişsinizcesine) o mimi yapamadım.



- bu cümleyi anlamaya muvaffak olanlara şirketimiz tarafından tek sıkımlık diş macunu ve bir bisiklet gidonu hediye edilmektedir-

   Amma velakin dedim ki Deep sen bana benim muvaffak olabileceğim(bu kelimeye neden olduğunu bilmediğim bir nedenden dolayı bir anda kafayı taktım, tam da bunları yazdığım sıralarda, saat 18.40 sularında) türden bir mim bul, yapayım. Ve bugün o mimi gördüm! O yüzden fazla uzatmadan mime geçiyorum. Giriş yazımda Türkçe'nin en uzun kelimesini bile kullanmış olmam fazla uzattığım anlamına gelmez bence.




   O halde, gerçekten başlıyorum. Üç iki bir! Hazır ve nâzırım.


     1. Hayal kurmaktan hoşlandığınız bir yer veya zaman dilimi var mı?
  
  Çok çeşitli mekân ve zamanlarda hayal kurmuşluğum var. Yani nasıl belirli bir an olabilir ki zaten? Hatta bir kere bir minibüste kurduğum hayal farkında bile olmadan epey hüzünlü bir raddeye ulaştığında ağlamıştım. Böyle dengesizliklerim de olabiliyor lakin genel olarak(yüzde 99.9 falan) musmutlu hayallerim vardır. Gerçi sanırım bu sonraki sorunun cevabı oluyor..




     2. En çok nelerin hayalini kurarsın?

   Yukarıda da söylediğim gibi en çok musmutlu hayaller. Hatta sanırım o kadar musmutlu ki genelde en gerçekçi hayallerimde bile dinleyen çoğu kişi onları 'tozpembe' olarak nitelendiriyor. Elbette gerçek hayatın sadece kahkaha ve tebessümlerden ibaret olmadığını biliyorum ama neden hayal kurarken bile üzücü olayları düşüneyim ki? Neredeyse okulların açıldığı andan beri "sınavlara şu kadar gün kaldı" diyen insanların aksine, bir hafta kala bile dersin en keyifli yerlerinde, ya da dersin veyahut herhangi bir şeyin herhangi bir yerinde sınavları aklına getirip strese girmeyen biriyim ben. Bir de hayal kurarken olabilecek üzücü şeyleri de hesaba katıp evhamlanmak mı? Yok daha neler. Tabii ki musmusmusmutlu olacaklar. Hem niye tozpembe oluyormuş ki? Belki kahverengi.. Ne güzel renk kahverengi, kıymetini bilen yok. Tabii ben bu konuya nasıl geldim bir anda orası da ayrı bir muamma.



     3. Şimdiye dek çok hayalinizi gerçekleştirdiniz mi?

   O kadar çok hayal kuruyorum ki - buna zil çalar çalmaz okuldan fırlayıp ilk 14R'ye yetişmek de dâhil ve bu gerçekleşmeyenlerden - birçoğu gerçekleşiyor. Birçoğu da gerçekleşmiyor ama oraları fazla açmaya gerek yok bence.




     4. Henüz gerçekleşmemiş ama ille de gerçekleşecek dediğiniz bir hayaliniz var mı?

   İnşallah en kısa sürede karnımı doyurabilmek. Umarım ki gerçekleşir, karnımın genelde hiçbir zaman tam olarak doymadığını hesaba katarsak bu biraz zor bir ihtimal ama benim hala ümidim var. Bazı insanlar yemeyi abarttığımı söylüyor, külliyen yalan. Ben kararında, ölmememe yetecek kadar yiyorum, onlar düzgün beslenmiyor. Hem ben kuş kadar yiyorum yahu! Lakin deve kuşu da bir kuş; unutmayalım, unutturmayalım.


   Bir mimin sonuna gelmiş bulunmaktayız. Ben erdim muradıma, siz çıkın kerevetine. Gökten yedi kazan aşure inmiş, ama dökülmesinler ve sağlıklı bir iniş gerçekleştirsinler diye paraşütler eşliğinde. Vee hepsi de(bir kazanı hariç, o direk benim evime geliyor) bu yazıyı okuyup bu mimi yapanlara gitmiiş.



Share:

17 Ekim 2016 Pazartesi

Bi' Kitap: Momo/Michael Ende

    Yanlış hatırlamıyorsam dört kez okudum Momo’yu, kendime aitken okuyabilmek sonuncusunda nasip oldu. Her okuyuşumda araya en az bir sene girmişti ve her okuyuşumda daha farklı gibiydi. Belki de büyüdüğümden? Son zamanlarda ‘ruhu büyüyüp çocuk oldu’ diye bir şey takıldı aklıma. Acep mümkün müdür?



    Momo, ya da zaman hırsızlarının ve çalınmış zamanı insanlara geri getiren çocuğun tuhaf öyküsü…

    Kimdir Momo? Küçük ve tuhaf bir kız çocuğu. Nereden gelmiş? Bilinmez. Ama o eski tiyatro yıkıntısını evi bellemiş. Kaç yaşında? Bakınca yaşının sekiz mi yoksa oniki mi olduğuna karar verilemez. Momo’ya sorsak? Belki yüz, ya da yüz iki? Bildiği kadarıyla o hep vardı… Dış görünüşünü sormayın, önemli mi? Küçük, tuhaf bir kız çocuğu işte.

    Ama Momo’da, kimselerde olmayan bir yetenek var; dinlemek. Bakan körler varsa, duyan sağırlar da vardır elbet. ‘Momo ise karşısındakileri aptal insanların bile aklına parlak düşünceler getirtecek şekilde dinlerdi.’ Tabii, siz “Git bir Momo’ya uğra!” deyişinden habersizsiniz değil mi? Hiçbir şey söylemese bile, o kocaman gözlerini açarak karşısındakini dikkatle dinlediğinde, tüm düğümler bir bir çözülürdü adeta.

    Fakat her mutlu öyküde, toprağın altında çimlenip gün yüzüne çıkmayı bekleyen acılar vardır, çünkü gerçeği yansıtır hikayeler. Ve duman adamlar, yavaş yavaş zehirlemeye başlar şehri. Henüz Momo’nun yaşadığı yere ulaşmamış olsa da, fazla vakit almayacaktır.

    Bugün tasarruf ettiğin zamanlarını ileride daha mutlu, daha güzel, hayallerindeki gibi bir gelecek inşaa etmek için kullanabilme düşüncesi ilk bakışta kime cazip gelmez ki? Zaman nasıl tasarruf edilir ki? Tasarruf adı altında hayatını güzel kılan tüm o küçük şeyleri kenara itince, aslında yapmakta olduğunun yaşamak değil de yalnızca ömür tüketmek olduğunu fark etmesi bir insanın, ne kadar uzun sürer?

    Peki ya zamanı gerçekten tasarruf etmek mümkün müdür, ölçmeye bile muvaffak olamadığımız zamanın ellerimizden kayıp gitmesini engellemek, nasıl imkânlar dâhilinde olabilir? Koskoca bir insan topluluğunun bomboş vaatlerle kandırılması… Sadece çocuklar bunun farkında, ama çocuklarını dinleyecek kadar bile zamanı yok yetişkinlerin, onlara daha iyi bir gelecek sunmak için zamandan tasarruf etmek zorundalar çünkü.

    ‘Oysa zaman yaşamın kendisiydi. Ve yaşamın yeri yürekti…’
Share:

11 Ekim 2016 Salı

Gülmek ya da Gülmemek

   Gülmek… Kimi zaman kahkahalarla, kimi zaman ufak bir tebessümle, sırıtarak ya da bazen hala tam olarak nasıl olduğu hakkında hiçbir fikrim olmayan kıkırtılarla. Yüzüne gülmek veya arkasından gülmek de var. Yazışmalarda gülmek var sonra. Ben genelde ya emoji kullanırım ya da ‘ahahah’ yazarım. İtiraf ediyorum gerçek hayatta çok nadir ‘ahahah’ diye gülerim. Gerçekte nasıl güldüğümü tam bilmiyorum gerçi, çıkardığım sesler ‘ihihih’ de olabiliyor, ‘ohaohah’ gibi garip şeyler de. Ama çok güldüğümde -ki genelde çok gülerim- önce sesim sonra nefesim gidiyor, suratım kızarıyor ve gözlerimden yaş gelirken ben gülmekten ölmek derecesine gelip son anda kurtuluyorum, bu da gülmekten katılmak durumu.



Sonra yazışmalarda da herkes farklı gülüyor. Benim gibi ‘ahahah’ yazanlar var, kimi ‘eheheh’, bazısı ‘hahaha’, bazen ‘hihihi’ ya da ‘nihahaha’ var ki bunu ben de bazen kullanıyorum. Randomlar ise apayrı bir konu. Mesela herkes öylesine klavyeye basarak random atmıyor. Genelde ‘a, ş, l, k, h, s, d, f, g’ harflerini kullanıyorlar. Bense random kullanmayan bir bireyim. Neden bilmiyorum ama sevemiyorum, hayır gülmekten katılmayı bile deneyimledim ama bir kere bile ‘asfsd’ diye gülmedim. Bu arada güzel bir random olmamış olabilir, hayatımda ilk kez yazdığımdan tecrübesizim mazur görünüz.
   Neyse, ne diyordum? Sonuç olarak gülmenin bin bir türlü hali var. Burada ortak yönleri hepsinin gülme olarak adlandırılması. Peki, gülmek tam olarak nedir? Neden güleriz? Ben neden deli gibi gülüyorum ve kendimi durduramıyorum?



   Gülmek genelde komik durumlar karşısında gerçekleştirilen bir eylem olarak tanımlanır. Ben otobüs camına bakarken aklımdan ne geçiyor da gülüyorum, henüz bilim adamları tam bir cevap bulamadı. Aslında sözlük anlamı şu: ‘(insan) hoşuna ya da tuhafına giden olaylar, durumlar, sözler vb. karşısında, yüzün kasılması yanı sıra, genellikle kesik kesik, değişik oranda sesli bir biçimde neşe duygusunu açığa vurmak.’ Buradan da anlaşılacağı üzere benim kendimi tanıtmaya başlamadan önce bile gülmem sözlük kurallarının ötesinde. Neyse efenim, şimdi işin bilimsel kısmına geçiyorum. Böyle beyaz laboratuvar önlüğü giymiş, deney gözlüklerinden takmış bir ben hayal edin. Sonra o gözlüğü normal gözlüğümün üstüne taktığımı hayal edin zira diğer türlü hiçbir şey göremiyorum ve biraz sırıtın, konumuz gülmekse eğer tüm yayın boyunca gülmelisiniz, hatta bunu okuduktan sonra da size ruh hastasıymışsınız gibi bakanları önemsemeden sırıtmaya devam edin, ortada hiçbir şey yokken gülmeye başlayın falan. Bunlar benim günlük aktivitelerimden, ama ruh hastasıymışım gibi bakıp bakmadıklarını bilmiyorum zira gözlerim bozuk ve büyük ihtimal numaram daha da büyüdü. Yazık bana..



- Bu metinde ürün yerleştirmesi yapılmıştır. -
   BBC’de yayınlanan bir makaleye göre (kısıtlı imkânlardan mütevellit link veremiyorum); çoğu insan bir şeyi komik bulduğumuz için güldüğümüzü düşünür. Ama insanları gülerken izlediğinizde aslında öyle olmadığını görürsünüz. Genelde insanlar komik olmayan şeylerin ardından daha fazla güler. Peki kim veriyor bu gül emrini? O dudakların yukarı doğru kıvrılması, dişlerin gözükmesi, bazen çıkan kahkaha sesleri falan, beynin hangi kısmı yönetiyor tüm bu şeyleri? Beynimizde gülmeyi kontrol eden bölge ‘subkorteks’ içinde imiş ve beynin bu bölümü nefes alma, temel refleksleri kontrol etme gibi en eski ve birincil sorumlulukları üstleniyormuş. Yani gülmeyi kontrol eden mekanizmalar, beynin çok daha sonra gelişmiş olup dil ve hafıza gibi işlevleri yerine getiren bölümlerden uzaktaymış.
   Derste yaptığımız ufak bir yarışma sırasında bile gülmemi kontrol edemeyip sonunda sıranın rakip takıma geçmesine neden olmam da -arkadaşım arkadan sarılıyormuş gibi yapıp boğuyordu az daha o sinirle, pek severler de beni- bundan dolayı olabilirmiş. Gülme bir kez beynimizin derinliklerinde tetiklendiğinde(beynimin içindeki tetikleyici bunadı belki, ne zaman tetikleyip ne zaman duracağını bilemiyor, suç nasıl benim olabilir ki?) ‘yüksek fonksiyonlu’ bölgeler müdahale edemiyormuş. Tabii tam tersi durumda, içimizden gelmeyerek güldüğümüz zamanlar öyle itici durması da bundanmış.



   Bu arada, sağır insanların bile gülerken aynı sesi çıkardığını biliyor muydunuz? Ben BBC’nin yalancısıyım.
   Peki ya tüm bunlar benim başından beri aradığım sorunun cevabını veriyor mu? Hayır… O yüzden biraz daha derine inmeye çalıştım ama inemedim. Bunu okumayı büyük ihtimal beklemiyordunuz, kabul ediyorum ben de beklemiyordum. Aslında paragrafa çok havalı bir giriş cümlesiyle başlamıştım bence, devamı fiyasko tabi… Gerçi içinde çok gülmenin de olduğu birkaç hastalık buldum ama hepsinin bambaşka ayrıntıları var.
   Anlayacağınız ben yine ortada kalmış durumdayım, bu yüzden bazı ‘gülmeyi durdurma yöntemleri denedim.



   İlki acıklı şeyler okumak veya düşünmekti, ama bu yalnızca belirli bir konuşmaya başlamadan önce yapabildiğim bir şey ve her zaman etki etmiyor.
   Sonra tamamen mantıksız olduğunu düşündüğüm baş parmağıma bakma eylemini gerçekleştirmeye çalıştım. Ama gülerken gözlerimde biriken ve görüşümü bulanıklaştıran yaşlar buna izin verdi mi? Hayır...
   Dudak damak ısırma, dişlerini sıkma gibi şeyler de genelde işime yaramıyor.
   Çok kasma, en kötü ne olabilir ki gülerken diye düşünebilirsiniz lakin benim durumum biraz fazla ciddi. Mesela ortada hiçbir şey yokken hocanın bir anda sorduğu soruyla gülmeye başlayıp cevap verememek normal mi sorarım size? Yahut bir derste tahtaya çıkmamın ardından yine gülmeye başlayınca hocanın ‘Şimdi 10 dk mola veriyoruz.’ demesi? Daha da kötüsü birazcık gülen arkadaşlarımın bile beni günah keçisi ilan edip gülmeyi onlara benim bulaştırdığımı iddia etmeleri? Anlayamazsınız. Siz benim neler çektiğimi nereden bileceksiniz. Falan filan, efkarlandım bir an.



   En azından somurtmayıp gülüyorum, bence gülmek güzel şey, bence okullarda en azından 20 dk çocuklar –ve öğretmenler- gülmeye alıştırılmalı ve böylece dünya barışına katkıda bile bulunabiliriz!
   O halde size Sezen Aksu’dan Gülümse şarkısını bırakarak gidiyorum. Aslında bu yazıyı çok daha erken paylaşmak istemiştim lakin ev taşıdık ve internet de yoktu, zaten olsa bile o an bunları yazabileceğim bir ortam yoktu, hala koliler var etrafta. Neyse, o halde, selametle…
Share:

16 Eylül 2016 Cuma

Bi' Film: Cennetin Rengi

   Bir İran filmi tanıtmak istiyorum bugün. İçindeki ufak ayrıntılarla sevdiğim bir film. İsmi ‘Cennetin Rengi’, Muhammed’in hikâyesini anlatıyor.


   
   Muhammed âmâ ve Tahran’da bir görme engelliler okuluna gidiyor. Okul yatılı, Muhammed bir senedir ailesinden uzak ve o gün, sonunda üç aylık yaz tatiline çıkacaklar. Film de burada başlıyor. Babası, bir yük olarak gördüğü Muhammed’i almak için epey geç kalıyor, okula vardığında onu tatilde de orada bırakmak istiyor ve bunun mümkün olmadığına ikna olunca, Muhammed’i de yanında götürmek zorunda olduğunu kabulleniyor, birlikte köylerine doğru yola çıkıyorlar. Köyde onları bekleyenler Muhammed’i çok seven ninesi ve iki kız kardeşi.
   
   Muhammed’i canlandıran oyuncu, Mohsen Ramezani’nin gerçek hayatta da âmâ olduğunu öğrendim. İzlediklerimiz rol icabı değil, bir yaşanmışlığı perdeye yansıtmış adeta.
   
   Filmdeki ufak ve insanın içini ısıtan birkaç sahneden bahsetmek istiyorum, olabildiğince spoiler vermemeye çalışacağım.
   


   Çocukların tebessümleri cidden çok içten ve sevimliydi. Onlar güldükçe ben de güldüm diyebilirim.
^^^
   Kuşları, suyu, bitkileri, kısaca tüm doğayı dinleyerek ne dediklerini anlamaya çalıştı hep Muhammed, bir insanın en iyi kalbiyle gördüğünün en güzel temsilcilerindendi.
^^^
   Muhammed'in tren penceresinden kolunu çıkarıp rüzgârı yakalamaya çalışması harikaydı.
^^^
   Başta da dediğim gibi içindeki ufak ayrıntılarla sevdim ben bu filmi, ama en güzellerinden biri de aşağıdaki diyalogdu.
“Ellerin niye bu kadar beyaz nine?” diye sorar Muhammed. Ninesi “Öyle olduğunu kim söylüyor?” dediğinde “Kendim anladım.” der. “Ellerin bembeyaz.” “Ömrüm boyunca tarlada çalıştığım için kapkara ve nasırlılar.” Diye itiraz eder ninesi, ama Muhammed düşüncesinde ısrarlıdır: “Hayır, ellerin yumuşacık ve güzel.”
   
   Çok güzel bir çekim kalitesi falan sunmuyorum size, içten bir film bu. Tamamen hayatın içinden alınmış bir parça gibi. Belki de bu yüzden çocukların tebessümleri bu kadar samimiydi.
  
   Selametle…


   
Share:

15 Eylül 2016 Perşembe

Bir Lunapark ve Nedensiz Kahkahalar

   Bostancı lunaparkına gittik bugün. Aslında mantıken dün oluyor. Saat 12’yi geçti; arabanın bal kabağına dönüştüğü, bayramlık kıyafetlerimin yerini pijamalara bıraktığı vakitteyiz.

Emin olduğum bir şey varsa o da kesinlikle böyle güzel ve fotojenik görünmemiş olmamız. Kaynak.
   Hayatımda ilk kez 360’a bindim. Aslında adı ‘rock'n roll’ gibi bir şeydi, gözlüğümü çıkarmış olduğumdan tam göremedim zira göz numaram 4.75 - 5.50. Lakin işlevler aynı. Sırada beklerken bile kaçasım geldi ama dışarıdan bakınca olduğundan daha göz korkutucu görünüyormuş. Yukarıdan bakınca nasıl gözüktüğünü söyleyemiyorum çünkü havada ters döndüğümüz o anlarda gözlerim kapalıydı, çok az bir süre açtım sadece. Ama yine de fazla tepki vermedim. Hatta içimde çığlık atmak gibi bir dürtü bile oluşmadı, hala kendime inanamadığım doğrudur. Tek yaptığım şey 32 diş gülmekti. Ben fazla gülünce kendimi durduramayıp gülmekten katılmaya başlıyorum ve nefes almakta güçlük çekiyorum. Bir ara havada bir başıma kalp krizinden falan değil de gülmekten ölürsem ne olur diye düşünmedim değil, Allah korusun.



   Sonra tam anlamıyla fıldır fıldır dönen bir şeye bindik. Gerçekten onu en iyi tanımlayan kelime, ya da kelime grubu fıldır fıldır. Görünüş itibariyle çocuk oyuncaklarına benzese de, oradan oraya savrulan bir arabanın içinde deli gibi bir hızla dakikalarca dönmek kesinlikle cesaret gerektiriyor. Ama ben kendime bile açıklayamadığım bir nedenden ötürü buna bindiğim sürece de güldüm. Ablamın dediğine göre başım dönmenin etkisiyle öne arkaya sallanıp duruyormuş ve ben manyakça sırıtıyormuşum. Heyecanlanınca güldüğümü biliyorum, gereğinden fazla gülüp bir türlü konuşmaya başlayamadığımı da. Hatta epey dalga konusu olmuştur bu özelliğim. Ama burada da gülmek… Kendimi ne kadar az tanıdığımı bir kez daha fark ettim.

   En eğlenceli anlar ise hız treninde yaşandı. 9.5(yaşı konusunda epey hassas) yaşındaki kardeşim, sıranın bize gelmesini beklerken bunun ne kadar yavaş ve bebek oyuncağı olduğu hakkında epey uzun bir nutuk çekti bize. Sonra trene bindik, yavaş yavaş hızlanmaya başlamıştı ki kardeşimin çığlıkları ortalığı inletti, durana kadar da susmadı. Cahil cesareti dedikleri tam olarak böyle bir şey oluyormuş…


   Bu da böyle bir bayram günü, benim için bol kahkaha ve sırıtmalı bir gün daha. Size Ayna Grubu’nun ‘Bostancı Durağı’ şarkısını önererek gidiyorum. Selametle…
Share:

13 Eylül 2016 Salı

Pamuğa Ekilen Fasulye Falan Filan

   Merhabalar efenim. Önce bu bloğun kuruluş nedeninden bahsetmek istiyorum.
   Aslında bir bloğum var idi, yaklaşık iki yıl önce kurduğum. Uzun süre boyunca onu kullandım da. Ama geçen senenin ortalarından itibaren zaten hiçbir zaman düzenli olarak kullanmamış olduğum bloğa yazmayı tamamen bıraktım. Kendime dersleri, olmayan zamanımı bahane göstermiş olsam da biliyorum ki bunun tek nedeni benim iradesizliğimdi. Zira maymun iştahlılık diye mi tarif edilir? Her şeye atlayıp hepsini yarım bırakmak... O şey vardı bende kesinlikle(hala var). Başladığım işi hiçbir zaman devam ettirmeme, her şeyi yarım bırakma, kendi kendime koyduğum kuralları çiğneme ve yaptığım planlara asla uymama. Ama aynı zamanda bloğa olan bir bağlılığım da var ki hem üşenip hem yazmayı özlüyorum. Öyle karışık bir durum işte.
   Bu nedenle, iradesizliğimi yavaş yavaş yenmeye başladığım bu dönemde bloğa devam etme kararı aldım. Ama kaderi yine eskisine benzemesin diye o blogdan aynen devam etmek yerine bambaşka bir blog, bambaşka bir isim ve İnşallah daha iradeli bir ben ile. O halde kendime hayırlı olsun.
   Bu arada kendimi de tanıtmam gerekiyor tabii ki. Bana kısaca fasulye diyebilirsiniz. Çünkü babamın bir pamuğa fasulye ekmesinin ardından, fasulye yerine ben fırlamışım pamuktan. Ve bunu yeni öğrendim inanabiliyor musunuz? Hayatımın 14 yılı tam olarak ne olduğumu bilmeden geçti. Gerçi son iki yılda normal olmadığımdan şüphelenmeye başlamıştım ama bu kadarını da tahmin etmemiştim doğrusu. Basbayağı fasulyeymişim yahu! Bunun dışında, fazla da bir şey söylemeye gerek yok bence hakkımda. Kafadan çatlak bir fasulye işte.
   O halde şu an ikinci gününde olduğumuz Kurban bayramınızı kutluyor, kendime nice bloglu yıllara diyorum.

   Jack’in fasulye sırığı kadar uzun ve güzel bir blog olması temennilerimle, ilk postum hayırlı olsun.

Selametle!

Share:
Bu bloğun tüm hakları pamuğa ekilmiş bir fasulye tohumunun içinde saklıdır. Blogger tarafından desteklenmektedir.