26 Ocak 2017 Perşembe

Gökten Düşen Üç Elma Mimi

  


   Saife-i Saliha’nın sahibesi Saliha abla beni mimlemiş diyerek direk konuya giriyorum. Mimleri çok sevdiğimden bahsetmiş miydim? Bu mimde de gökten üç elma düşmüş, üçüncüyü belirlemek bize düşmüş. Aslında yirmi beş soru varmış ama biz içlerinden en az on soruyu seçecekmişiz. O zaman başlayayım ben.

   Normalde girişleri çok uzun tutarım ama bugün altlarında rahatça gevezelik yapabileceğim on soru varken sizi fazla sıkmayayım dedim, sonrasında yeterince upuzun cevaplar okursunuz zaten. Aslında bunu baştan söyleyip gözünüzü korkutmasa mıydım ki? Neyse…



1-      Gökten üç elma düşmüş. Birincisi müzik imiş, ikincisi bale imiş, üçüncüsü ise…

Yazmak imiş. Hatta hava karanlıkken, arkada güzel bir müzikle mum ışığında yazmakmış. Çünkü yazılan şey ödev için kitap özeti bile olsa sevilen bir şeye dairse insanı mutlu ediyormuş.



2-      Gökten üç elmanın içinde üç masal düşmüş. Birincisi Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler imiş, ikincisi Hansel ile Gretel imiş, üçüncüsü ise…

Sonu mutlu mesut biten bir Kibritçi Kız imiş. Çünkü insanlara bir mesaj vermek için o şekilde yazılmış olsa da, Kibritçi Kız Fasulye’yi ağlatan ilk kitaplardanmış. Çünkü kibritler hemen sönüveriyormuş. Çünkü Kibritçi Kız’ın bir mumu bile yokmuş. Çünkü oradan geçen insanlar Kibritçi Kız’dan bir kibrit bile almıyormuş. Fasulye orda olsa Kibritçi Kız’a sarılır ısıtırmış. Geceleri yatağa yatınca ona alternatif mutlu sonlar kurguluyordum, arada yine ağlıyordum, öylesine etkilemişti beni, hala gözlerim doluyor okuyunca…



3-      Gökte üç elma asılı duruyormuş. Birincisi Dünya, İkincisi Mars, üçüncüsü ise…

Dünyadan bakınca minicik görünen, hatta bazen hiç görülemeyen bir yıldızmış. Çünkü bu yıldız her gece çocuklar onu görmüyor, arkadaşlarına onu göstererek onunla ilgili hayaller kurmuyor diye ağlarmış.



4-      Gökten aksakallı dede sarkıp fısıldamış; "Kardeş elimde üç elma var. Her biri ayrı bir zaman dilimini temsil ediyor. Hangi yüzyıla gitmek istersin? Ama ikisini sana hayatta vermem." Aksakallı dedenin elindeki ilk elma 13. yüzyılmış. İkinci elma 24. yüzyıl, üçüncü elma ise...

Birazcık acımasız fikirler dolaşıyor kafamda ama… Dedeyi hipnoz eder(çünkü hipnoz etmek dizi ve kitaplardan çok iyi öğrenilir, lütfen), elmaların üçünü de alırdım. Elmanın ne olduğunu biz belirlediğimize göre… Üçüncü için seçimimi her defasında değiştirir yeni bir yüzyıl gezerdim! Olmuyor mu öyle? Azıcık da mı olmuyor?



5-      Gökten üç elma düşmüş. Birincisi piyano imiş. İkincisi gitar, üçüncüsü ise…

Def imiş. Çünkü zaten ritim becerisinden yoksun olsa da vurmalı çalgılara bayılmakta içinde bir yerlerde gizli bir yeteneğin olduğuna dair inancını hala korumakta olan Fasulye defi çok seviyormuş.

6-      Göklerin kafasına esmiş, yönleri elma yapmış eğlenmek için jonklörlük yapıp bunları çeviriyormuş ki üç elmayı düşürmüş. Birinci elma batı imiş, ikinci elma güney, üçüncü ise…

Bu sorunun cevabını düşünürken ‘şubat’ demek istemiş olmam mümkün mü? Bunun kışı işaret ettiğini, henüz mevsimler ve yönleri karıştıracak kadar bozulmadığımı umarak kışın bol olduğu bir yeri, yani kuzeyi seçiyorum. Dünya yuvarlak olduğuna göre, kuzeydekilerin kuzeyi bizim güneyimiz mi oluyor? Yanlış olma ihtimali epey yüksek bir soru lakin mantıklı bence yahu…



7-      Gökten elma şeklinde üç adet film türü düşmüş. Birincisi bilim kurgu imiş. İkincisi komedi imiş. Üçüncüsü ise…

Dedektiflik filmi imiş. İçinde aksiyon elbette olmalı ama sadece bir şeyleri kurtaran, uçan, kaçan, düşen, tekrar kalkan filmlerden ziyade karmakarışık görüne olayları çözmek için uğraştıkları, zekâlarını ortaya koydukları filmleri seviyorum. Bir de dedektifler günlerce çok az uyku ve bol kahveyle yaşıyor ve gözaltları morlaşıyor ya, onlar favorim.



8-      Gökten 3 elma düşmüş. Yaşamak için birinci ve ikincide kontenjanlar doluymuş, üçüncü elmada kontenjan boşluğu varmış.  Birinci Beijing imiş, ikinci Londra, üçüncü ise…

En iyi bildiğim şey kendi bildiğim şeydir felsefesinin komşu felsefesiyle yaşayan biriyim: Her türlü acayip, uçuk kaçık, saçma, yabancı fikre/şeye/yemeğe/yola varım ama denemek için. Yoksa kendi bildiğimden şaşmayan biriyim. Yani şöyle düşünün: sözgelimi denizyıldızının tadına bakabilirim, hatta seversem her gün de yiyebilirim. Ama denizyıldızı mı Türk yemekleri mi deseniz Türk yemeklerini seçerim. Bu nedenle, her yeri gezmek istesem bile yaşamak için yine İstanbul’u isterim.



9-      Gökte üç elma süzülüyormuş. Birincisi planör, ikincisi uçak, üçüncüsü ise…

Uçan Kaşkol! Kendisi benim icadım. Uçan halı varsa uçan kaşkol neden olmasın değil mi ama?




   Başta en az on soruyu yapmamız zorunlu demiş olmama rağmen ben dokuz soru mu yapmışım? Aslında yazarlarla ilgili bir soru da vardı ama yazarlar arasında seçim yapamadığımdan onu elemek zorunda kaldım, ondan yani, yoksa mim kurallarına uymamazlık eder miyim ben hiç?

   Bir mim yazısının da sonuna geldik o halde. Mutlu, mesut, hayırlı, huzurlu, bol kahkahalı günler dilerim efenim.


   Selametle…
Share:

21 Ocak 2017 Cumartesi

Fırından Yeni Çıkmış Mutluluk

Bu yazıma epey klişe sayılabilecek bir sözle başlamak istiyorum:

Bu dünya iyi insanlar sayesinde ayakta duruyor.

Klişeler de kendi içinde gruplara ayrılır sevgili dost; bazıları her dönem ve durumda doğruluğunu koruduğu için klişe olarak adlandırılır mesela, yukarıda yazdığım cümlede olduğu gibi.



Bunu okumak ve yaşamak gerçekten çok ama çok farklı. Ama ikisinin de mutlu ettiği bir gerçek. Mesela okuldan arkadaşım olan Sena şu yazısında bahsetmişti birkaç sevimli olaydan. Bu tür şeyler insanın içini sıcacık yapar, dudaklarına habersizce bir tebessüm takıverir ve tüm gününü aydınlatır belki de. Pamuk şekerlerin o yumuşacık ve ağzına aldığın an dağılan muhteşem lezzeti var ya, ondan daha güzelini hissedersin kalbinde. Genelde tanımadığın yahut gerçekten tanıyamamış olduğun insanlardan geldiyse daha bir güzeldir.



Girizgâhı yaptığıma göre, kendi hikâyeme geçeyim.

Bugün karne günüydü, arkasından kovalayan varmış gibi hızlı ve zorlu geçen bir dönemin sonlarına doğru yaşadığımız muhteşem kar tatillerimizden sonra ikinci tatile başlayacak gibiydik, harikaydı. Aslında amacımız karneleri alıp arkadaşlarla bir yerlere gitmekti ama herkesin bir işi çıkınca ben ve bir arkadaşım kaldık okulda. Abartmıyorum, bir – bir buçuk saat konuşmuşuz okulda, müdürle birlikte çıktık okuldan. Bir tatile girsin de az soluklanalım dediğimiz okulun tatile girdiği gün onu en son terk edenlerden olmak da ayrı bir çelişki olsa gerek…



O saate kadar okulda kalınca midemizde de guruldamalar başladı tabii. Genelde okuldan çıkışta karnımız açsa okulun sokağındaki bakkala uğrarız ama bakkal kapalı olunca onun yanındaki börekçiye girdik biz de. Fazla bir şey kalmamıştı börekçide, üç poğaça biraz da börek var. Poğaçadan başka bir şey alamayacağımızı biliyoruz zira cebimizdeki para açlığımızla ters orantılı ama bir umut “Beş liralık böreğin miktarı ne kadar oluyor?” diye sordum oradaki amcaya. Gösterdi, “Azmış ya, doymayız ki, iki poğaça alalım biz.” dedim. Sonra parayı ödedik, para üstünü beklerken arkadaşım su da alalım dedi ve biz ayrılırken amca elimize börek tabağı da tutuşturdu. Onları yemek için oturduğumuzda gördük ki diğer poğaçayı da poşete koymuş.

Sonuç olarak; bugün biz o iki buçuk lirayla belki de hayatımızın en güzel yemeğini yedik.

Sonra “Neden bu kadar mutlusun?” diyorlar. Hala mutluluktan gözlerimi nemlendiren şeyler bulabildiğim sürece somurtmaya hakkım yok fikrimce…



O halde, gülümseyin! Size bir sır vereyim mi? Gülümseyince olduğundan daha çirkin gözükmez hiç kimse.

Selametle…


Share:

19 Ocak 2017 Perşembe

Küçük Kavanozlar

           

   Ne nazım, ne nesir olabilmiş garip bir şey bu. Pek güzel de değil aslında ama defterimin bir köşesinde boynu bükük kalmasın, sonuçta en güzele ulaşma yolunda atılan adımlardan değil mi bu da? Hem bence çok sevimli bir şey oldu. O halde siz okuyun, ben yine gevezeliğe başlıyorum…



Yolum çok uzun dostlar, oyalanacak vakit yok
Kaf dağının ardından geliyorum
Demir asa, demir çarıkla çıkmıştım yola
Şimdi paramparçalar, görüyorsun ya
Geçtiğim yerlerin tozuna bulanmış ayaklarım
Fazla bir şeyim yok yanımda
Bir bez çantam var, bir de ben işte
Azığımı doldurduğum kavanozları koydum çantama
Hafif gözüküyorlar aslında ama
En çok onlar çökertiyor omuzlarımı
Çanta boşaldıkça azalması gerekmez mi yükümün?
Oysa her adımda daha da ağırlaşıyor adeta
Bu yükün altında eziliyorum
'Bir el atan, yardım eden çıkmaz mı' deme
Çıkmıyor işte
İnsanlar görüyorum
Kocaman kayalar yüklenmişler sırtlarına
Bir işe yaramayacak, biliyorlar
Boncuk boncuk terleyerek tırmanıyorlar sarp yokuşları
Hâlbuki hepsini atsalar sırtlarından
Tüy gibi hafif olacaklar
Ama atmıyorlar
'Sen de çok şey yüklenmişsin' deme
Boşuna değil bu küçük kavanozlar
Azığımı doldurdum içlerine
Birinde gülüşleri var çocukların
Birinde kuş cıvıltıları
Ankalar kanat çırpınca oluşan
Tatlı esintiyi de almıştım
Şunlardan birinin içinde olacak
Kiminde de güzel kokular var mesela
Soğuk kış gecelerinde
Çıtırdayarak yanan odunların üstünde közlenen
O nefis kestaneler gibi
Yahut ekmekten artan paralarla aldığımız
Rengârenk emziklerin şekerli kokusu
Hiçbirini unutmadım
Gecenin lacivertinden bir parça
Yüzümüzü nereye çevirsek
Orada beliren yıldızlardan birkaç tane
Biraz ateş böceği ışıltısı
Ayazda insanın içini ısıtan
Tarçınlı saleplerin
Dilin ucunda bıraktığı tatlı yanıklar
Martı çığlıkları
Fayton çıngırakları
Kara tahtaya çizdiğimiz resimlerden kalan
Tebeşir tozları
Kaybedecek zamanım yok,
Boşa atacak tek bir adımım...
Yapılacak çok şey var
Kaf dağının ardından çıktım yola
Çok şey almadım, yalnızca bir bez çanta
Azığımı doldurduğum küçük kavanozlarım
Uzak diyarlara gidiyorum, yolum uzun
Yıldızlarını kaybetmiş çocuklar var
Semaları maviye muhtaç çocuklar
Gecelerine bomba sesleri dolan çocuklar
Umut bekleyen çocuklar var
Kaf dağının ardından
Onları seven kardeşlerinin düşlerini götürüyorum
Yolum uzun
Yüküm ağır
Ruhum yorgun

Ve ben yürüyorum...


Share:

16 Ocak 2017 Pazartesi

Palamut, Bakteriler ve Başka Ufak Şeyler

Kanatlarını aç ve mutlu yaşa!


   Galiba izlediğim bir film yahut dizide görmüş ve not almışım bunu. Hoşuma giden ufak tefek şeyleri(bir kelime, bir replik, bir fikir) kaynak göstermeden bir yerlere not almak huyumdur. Komik olan ne biliyor musunuz? 



   Özellikle replikleri yazarken, her defasında kaynağı yazmama gerek olmadığını, hatırlayabileceğimi düşünürüm. Ama hatırlamam…



   Gelelim neden bu cümleyle bu yazıya başladığıma. Bloğa yazı yazmak istemiştim, çoğu zaman olduğu gibi ne yazacağımı bilmiyordum ve yazacak bir şeyler bulurum diye düşünüp notlarıma bakarken bunu gördüm. Sonra dedim ki, aradığın şey bu,  Fasulye!

   Cümlenin olmayan kaynağını ve yazılış amacına açıklık getirdiğine göre, asıl yazıya geçsen yavrum? Baş üstüne efenim.

   Kanatlarını aç ve mutlu yaşa… Bir kuş için, kanatlarını açtığı ilk an(yazan kişi burada tamamen tahminlerine dayanıyor) anne veya babası tarafından uçmayı öğrensin diye yuvadan dışarı itildiği an değil midir? Yani büyük ihtimal o ana kadar karşılaştığı en büyük zorlukla karşılaştığı sırada. Tabii kanatlarını açtığı an uçamıyor, epey denemesi, uğraşması, didinmesi, başarısız olması ve yeniden denemesi gerekiyor; uçmayı öğrenene kadar. Eğer uçamayınca yaşadığı o düşme hissinden zevk alan çılgın bir kuş değilse, lunaparklara gidip bir yandan ödümüz patlarken bir yandan eğlenen bizler gibi, o halde bu kuş uçabilene kadar mutlu olamayacak.



   Konuya ufacık ara veriyorum, sürekli kuş deyince garip geldi, bu kuşa bir isim vermek istiyorum. Ne olsa… ‘Palamut’ olsun. Adını ben verdim, yaşını Allah versin. Devam edebiliriz.

   Palamut hakkında bildiklerimiz şunlar: yumurtasından çıktığı andan beri yuvasında ekmek elden su gölden yaşıyor, anasının atasının kanadı altında uyuyor, dünyanın gördüğü yerlerden ibaret olduğunu zannediyor ve günlerini böylece geçiriyor.



   Ve bir gün, her şey her zamanki gibi sıradan bir şekilde ilerlerken hayatının en büyük kazığını yiyor: yuvadan atılıyor, hem de en yakınları tarafından! Önce bocalıyor, düşüyor, beceriksizce kanatlarını açmaya çalışıyor, düşmeye devam ediyor ve ‘artık her şey bitti’ diye düşünüyor. Tam o sırada bir yandan kanat veriyor babası, yardım ediyor, sonra yeniden atıyor yuvadan. Tekrar, tekrar ve tekrar: ta ki uçmayı başarana dek.



   Rüzgârın ona destek verdiğini, tüylerini dalgalandırdığını, havada süzülebildiğini hissettiğindeyse asıl lezzeti tadıyor, ilk kez gerçekten yaşıyormuş gibi hissediyor.

   Birazcık hüzünlendim galiba… Palamut daha dün yumurtadan çıkmış korkak bir yavruydu, hangi ara yuvadan uçup gitti yahu! Satırlarımda büyümüştü…

   Palamut artık zorlu ve eğlenceli bir hayat yoluna adımını attığına göre ben size başka bir şeyden daha bahsetmek istiyorum. Fizik çalışmaya çalışırken fizik formüllerini sadece çözemediğim fizik sorularını çözmek için kullanmak zorunda olmadığımı fark ettim.



   Mesela ‘yük korunumludur’. Yani sizin etrafa yaydığınız, neşe, sevinç, kahkaha, mutluluk havaya karışık gitmiyor, başka başka insanlara yayılıp onların kalbinde yer buluyor. Ufacık bir tebessüm bile gidip bambaşka birinin dudak kıvrımlarına yerleşiyor.

   ‘O zaman hüzün de mi başkalarına geçecek?’ diyorsanız, gidin toprağa basın bence. Toprağa geçen hüznün bakteriler tarafından yenildiğini duydum, sadece kuru yaprak yemeyecekler ya.



   Biyoloji hocama “Bakteriler de boşaltım yapıyorsa o zararlı şeyleri yemelerinin ne manası kaldı, sonuçta geri toprağa veriyorlarmış?” demiştim. Bana bakterilerin benim gibi olmadığını, gözlük falan takmadıklarını, gelip bana “N’aber Fasulye?” diyemeyeceklerini söyledi. Lakin ben hala soruma kesin bir cevap alamadım, yetkililerden açıklama bekliyorum. Laf olsun diye sormamıştım, gerçekten merak ediyorum yahu!

   Bu yazıyı burada bitiriyorum, kanatlarınızı açın ve mutlu yaşayın!



   Selametle..

   Sonradan ekleme bir not bırakayım buraya. Ne demiş Nazım Hikmet?
İnsanların kanatları yok
İnsanların kanatları yüreklerinde
Share:

14 Ocak 2017 Cumartesi

Kulaklıkafobi

   Bir önceki yazımda sınav denen meretler yüzünden buralara uğrayamadığımı söylemiştim değil mi? 

   Tam ikinci sınavlar bitimi ve yarıyıl tatili arasındaki o çekilmez süreden bahsetmemişim…



   Sınavlar bitse de telafi ve mazeret sınavlarına girecek olanların çilesi bitmemiştir. Bunun yanında sınavlar bitti de kurtulduk diyemezsiniz çünkü henüz performans notları girilmemiştir ve bir sabah kalkıp kontrol ettiğinizde on puan düşmüş ortalamanız size sürpriz yapabilir. O da ne, bir hoca not girmiş!

   O yüzden bu dönem öğretmenler odasının önün bir hayli kalabalık olur. Öğretmenlere yetişmek imkânsızdır, aksi gibi öncesinde yapmadığınız, yapamadığınız, yapmanız gerektiğini bilmediğiniz her şey de gelip yakanıza yapışmıştır ve onları yetiştirmeniz gerekmektedir.



   Bu dönemlerden diğer insanlar kadar fazla etkilenmiyor olsam da benim bile olmayan dengem şaşıyor, bildiğiniz yarım saatlik bunalıma girdim yahu! Sonra kendime ‘olduğu kadar, olmadığı kader, ileriki maçlara bakalım’ felsefemi hatırlattım ve üstümü değiştirip tavşan kulaklı kapüşonumu başıma geçirerek Bim’e gittim. Yanlış anlamayın, yemek yediğim için bunalımdan çıkmadım. Bunalımdan çıktığım için yemek yedim. Böyle güzel şeyleri kutlamak gerekir sonuçta, değil mi?

Böyle değildim, korkmayın

   Ama aslında ben bambaşka bir konu anlatacaktım, yine gevezeliğim tuttu yahu…


   Neyse efenim, gelelim asıl meseleye. Psikoloğa gidersem psikoloğun psikolojisini bozabileceğimden korktuğumdan dolayı ‘eğer ortalama bir psikoloğa gitseydim aramızda ne tür konuşmalar geçerdi, bana ne tavsiye ederdi?’ gibi konular hakkında birazcık hayal gücümü çalıştırdım ve vardığım sonuçları sizinle de paylaşmak istiyorum. Cümle çok mu uzun oldu ki?

-          Tık tık

-          Buyurun

-          Şey, benim ufacık bir problemim vardı da, onun hakkında…

-          Tabii efendim. Anlatın

-          Ben insan içinde kulaklık kullanamıyorum. İstersem en düşük seviyede olsun sürekli dışarıya ses gidiyormuş gibi hissediyorum. Hadi cesaret ettim de dinlemeye başladım, saniye başı kulaklığı çıkarıp dışarı ses veriyor mu diye kontrol ediyorum, hatta arkadaşlarım ses vermediğini söylese bile onların duyamadığını ve verdiğini düşünüyorum. Sizce ben mi anormalim kulaklıklar mı çin malı?



-          Hım… Bu çok ciddi bir konu. Üzülerek söylemek isterim ki sizde kulaklıkafobi var.

-          O ne ola ki?

-          Ben de ilk kez rastlıyorum, hiçbir fikrim yok. Ama reçetenize şu ilaçları yazıyorum, sabah akşam aç tok ve kusacak kadar tok karnınıza kullanmanızı öneririm. Şimdi şuraya uzanın, çocukluğunuza inelim.



Süre bitti, benden bu kadardı ama işe yaramadığını görmüş oldum. Kendi uydurduklarına bir psikoloğun söylemleriymiş gibi inanıp da lüzumsuz olduğuna kanaat getiren tek insan benimdir herhalde… Pardon, fasulye.



Konudan konuya atladım biliyorum ama nereden huni bulabileceğimi bileniniz var mı? Son günlerde çok ihtiyacım var…

Bu da böyle hafif amaçsız bir yayın olarak kalsın buralarda, ben gideyim.




O halde, selametle…
Share:
Bu bloğun tüm hakları pamuğa ekilmiş bir fasulye tohumunun içinde saklıdır. Blogger tarafından desteklenmektedir.