Kitaplarda, filmlerde, şarkılarda, bazen
kurduğum acıklı hayallerde, kısaca üzücü olan her kurguda ağlama eğilimine
sahip birisiyim. Ve eğer siz de böyle biriyseniz insanların garip tepkilerini
biliyorsunuzdur mutlaka.
“Bu
sadece kurgu yahu, ağlamaya ne gerek var.”
En
çok karşılaştığım tepkilerden biri. Kardeşim “Ablam yine ağlıyor” deyip güler gerçi.
Velhasılıkelam, siz de biraz fazla
garipsendiğimizi düşünmüyor musunuz? Yani bir kurguda olan olaylarla mutlu olup
gülüyorsak, onları zaten mutlu olmak için okuyup izliyorsak, şaşırıp
korkuyorsak, sinirleniyorsak, yani tüm bu duyguları bir kurgu karşısında yaşıyorsak, neden üzülmeyelim?
Şimdi uzun bir zaman önce düşündüğüm
teoremlerimi sizinle paylaşıyorum.
Aslında bir kurguda olan olaylar karşısında
üzülme yahut sevinme, o karakterlere duyulan tanışıklık hissi sonrasında
gerçekleşiyor bence. Mesela bazı polisiye kurgular vardır bilirsiniz, ilk
sayfa, ilk bölümden birileri ölür. Hiç onlar için ağladınız mı, eğer
arkalarında gerçekten acıklı bir hikâye yatmıyorsa, yani kurgunun belkemiğini
oluşturmak için değil de sadece ölmek için ölüyorlarsa?
Ya da kurbanlar vardır mesela; haber alınır,
biri ölmüş, suç mahalline gelin! Ve ardından katilleri bulmak için karmaşık
olaylar çözüme kavuşturulur, günler geceler kafa patlatarak geçer, esas dedektiflerimiz
mor gözaltları -psikopat mıyım bilmiyorum ama mor gözaltlarını hep sevmişimdir,
bende olmuyor- ve kahve bardaklarıyla düşünür, düşünür ve düşünürler. Ve bum! Suçlu
bulunur, adaletin ellerine teslim edilir, her şey iyidir falan filan. Peki siz
hiç o kurbanlar için üzüldünüz mü, hafif bir iç acımasının dışında? Şahsen ben
daha önceden tanıdığım bir karakter değilse bir şey hissetmiyorum. Ama onların
geride kalan çocuklarının, arkadaşlarının acı çekişlerini görünce de yüreğimiz
parçalanmaz mı?
Ve bingo! Kurgu bile olsa acısına,
sevincine, hayallerine, umutlarına tanıklık ettiğimiz kişiler için üzülüyoruz.
Çünkü onlar artık şeffaf, öylece geçip gidecek karakterler değil. Artık bizim
dünyamızla onların dünyası kesişmiş, bizi iç âlemlerinde ağırlamışlar, artık onlar
bizim için herhangi bir karakterden çok ötesi, artık onlar birer tanıdık! Bu
tanışıklık hissi bazen birkaç dakikada veriliyor, bazen daha uzun bir sürede.
Biz farkında bile olmadan artık aramızda bir aşinalık oluşuyor.
Bir insanı en iyi anladığınız an onun
duygularını en saf biçimde yansıttığı anlar değil midir? İçten bir gülümseme,
kalpten kopup gelmiş bir damla gözyaşı, feryatlar yahut kahkahalar. High School
Love On adlı dizide şöyle bir replik vardı, onu da buraya bırakayım.
Göz yaşlarının sıcak olmasının nedeni kalbin sıcak olması değil midir?
Ve sonuç olarak diyorum ki, kağıttan
mürekkepten bir insan iskeleti için değil akıttığımız gözyaşları. Bir üflemeyle
uçup gidecek küller kadar kurgu lakin gelip ‘merhaba’ diyecekmiş kadar da
gerçek, bizden biri adeta.
Hem hayaller ve gerçekler, ne kadar
ayrılabilir ki birbirinden? Hiç… Sonuçta rüya içinde bir rüya değil midir hep
gördüğümüz, göründüğümüz?[1]
Bu da böyle bir esintiydi işte…
O halde selametle kalın…
Not: Nedenini bilmediğim bir şekilde daha önceden yayınladığım bu yazı başlara gelmiş, galiba bloğum o kadar beğendi ki yeniden okuyun istedi...
[1] Edgar
Ellan Poe, A Dream Within A Dream, ‘Is all that we see or seem but a dream
within a dream?’